Prekarya mı, değişen işçi sınıfı mı?
Özdeş Özbay
Marksizmin dünyayı açıklamada kullandığı en önemli kategori sınıflardır. Sınıflı toplumlar içerisinde yaşadığımız gerçeği ve kapitalizm altında birbiriyle çelişen çıkarlara sahip sınıfların olduğu saptaması kapitalizmi aşma yönünde hangi toplumsal kesimi örgütlemek gerektiği konusunda da rehber olur. Ancak kapitalizm statik bir toplumsal örgütlenme değildir. Üretim araçlarındaki teknolojik gelişmeler zaman içerisinde sınıfların yapısında ve sınıf ilişkilerinde değişime neden olur. Bu değişimi anlamlandırma çabası da marksistler arasında ve hatta marksist olmayan düşünürler arasında sınıf teorilerinin yeniden tartışmaya açılmasına yol açar.
1. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan teknolojik gelişmeler sayesinde daha az işçiyle daha çok üretim yapmanın mümkün hale gelmesiyle birlikte dönem dönem sınıfların yeniden gündeme geldiğine şahit oluyoruz. Teknolojik gelişmelerle kol kola ilerleyen başka gelişmeler de yaşanıyor. Daha önce günümüzdeki kadar yaygın bir şekilde metalaşmamış olan sağlık ve eğitim gibi hizmet alanlarının piyasa ilişkilerine açılması; artan uluslararası rekabetin üretilen metaların satışı için daha fazla çaba göstermeyi zorunlu kılması ve bu durumun bir sonucu olarak reklamcılık, iletişim, pazarlama, ulaştırma, tasarım vb. sektörlerin hızla büyümesi; hatta bilişim gibi yeni sektörlerin ortaya çıkması sınıfların yapısında da önemli değişimlere neden oluyor. Batı dünyasında bu durum, özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında, sanayi işçilerinin oranının azalmasına, hizmet sektöründe çalışan ve görece daha eğitimli bir çalışan grubunun oranının artmasına yol açtı. Bu değişimin ortasında patlayan 1968 Mayıs ayaklanmaları sınıflar ve sınıfların değişimi üzerine hararetli bir tartışma başlatmıştı. 68 hareketinin, önceki işçi hareketinden farklı olarak yeni politik talepleri de içermesi (cinsel özgürlük, eşcinsel hakları, çevre mücadeleleri gibi) işçi sınıfının tanımı üzerinden politik bir tartışmayı tetikledi.
1970’lere ve 80’lere damgasını vuran sınıflar tartışması esas olarak hizmetler sektöründe sayıları hızla artan çalışan grubunun tanımlanmasına ve bu kesimin toplumsal değişim açısından önemine odaklanıyordu. İşçi sınıfının yerini ‘yeni küçük burjuvazi’ye bırakmaktaolduğu(1), ‘yeni alt orta sınıf’ın yükseldiği(2), yeni bir ‘profesyonel ve yönetici’ sınıfın ortaya çıktığı3, bir ‘yeni sınıf’ın oluştuğu(4), ‘yeni işçi sınıfı’nın oluştuğu(5), bir ‘hizmet sınıfı’nın oluştuğu(6) ve bir ‘yeni orta sınıf’ın oluştuğu(7) tezleri öne sürüldü. Daha yakın tarihlerden itibaren de özellikle iletişim ve bilişim teknolojilerindeki gelişmelere bağlı olarak ‘bilgi işçileri’(8) ve ‘altın yakalı çalışanlar’(9) gibi kavramlar ortaya çıktı.
Hyman, 68 hareketi üzerine başlayan bu tartışmaya dâhil olan düşünürlerin sınıf tartışması sırasında aynı zamanda potansiyel öncü grupları da tartıştığını söyler(10). Sınıf tartışması sadece bir kavramsallaştırma tartışması değil aynı zamanda radikal değişim ve sol politikalar tartışmasıydı. Bu tartışma içerisinde yer alan yazarlar değişen sosyal sınıflara dair analizlerini belirttikten hemen sonra geleceğin toplumuna yönelik politik tahayyüllerini de tartışıyorlardı. Bu teorilere karşı Braverman(11), Callinicos ve Harman(12) gibi marksistler işçi sınıfının kapitalizmin tarihi içerisinde değişimini göstererek, işçi sınıfının kapitalizmi yıkma potansiyelini kaybetmediğini açıklamaya çalışmıştı. Yeni sınıfların ortaya çıktığını söyleyenler içerisindeki marksist düşünürler aynı zamanda bir strateji tartışması da yapıyordu. Örneğin Ehrenreichlar profesyonel ve yönetici sınıfın (mühendisler, yöneticiler, öğretmenler, akademisyenler, gazeteciler, sosyal hizmet çalışanları, doktorlar, avukatlar, bilim insanları vb.) kapitalist kültürün ve sınıf ilişkilerinin gündelik yaşamdaki yeniden üretiminde oynadıkları özel role işaret ediyordu. Ehrenreichlara göre 1968’den itibaren ortaya çıkan yeni sosyal hareketlerin de Vietnam Savaşı karşıtı hareketin de sınıfsal tabanını profesyonel ve yönetici sınıf oluşturuyordu. 1980’den sonra ise aynı sınıfın Reagan’a ve işçi haklarına yapılan saldırıya destek verdiğini söylediler. Birbiri ile çelişen bu politik davranışlarının nedeni olarak da bu sınıfın sahip olduğu yüksek eğitim ve üretim ilişkilerindeki üst düzey pozisyonları nedeniyle işyerlerinin ve toplumun rasyonel yönetimini savunan bir sınıf olmasını gösteriyorlardı. Dönemine damga vuran bir diğer marksist teorisyen Poulantzas ise doğrudan meta üretim sürecinde çalışmayanların ‘yeni küçük burjuvazi’ olduğunu söylüyordu. Ancak Poulantzas sınıfı tanımlarken sadece üretim süreçlerini değil sınıfın politik ve ideolojik düzeylerini temel alarak yeni küçük burjuvazinin işçi sınıfına çıkarları açısından düşman olduğunu söylüyordu. Bu sınıf analizi üzerinden işçi sınıfının devrimci bir değişim için doğru sınıf ittifaklarını ortaya koymaya çalıştığını söylüyordu ve bu yeni küçük burjuvazi ile ittifaka girilmemesi gerektiğini anlatmaya çalışıyordu(13).
Prekarya tartışması
Sınıflar tartışmasının yoğun olduğu dönemden kısa bir süre sonra Sovyetler Birliği 1991’de dağıldı. Bu dönemde marksizmin hegemonyasında da ciddi bir gerileme yaşandı. Piyasa kapitalizmi yeni bir küreselleşme dalgası ile bu kez gerçekten dünyanın her köşesine girdi ve neoliberal uygulamalarla emek süreçlerinde yeniden hızlı bir değişim yaşanmaya başlandı. Sınıflar tartışması eskisi gibi verimli ve ilgi uyandıran bir tartışma olmaktan bir süre uzaklaştı. Ancak 2000’lere geldiğimizde giderek daha çok tartışılan yeni bir “sınıf” girdi gündemimize: Prekarya.
Prekarya kavramı precarious (güvencesiz) ve proleterya kelimelerinin birleştirilmesinden oluşuyor. Bu kavramı dünya gündemine taşıyan isim Guy Standing oldu. 2010 sonunda tamamladığı “Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf” kitabı tam da 2011 başında patlayan Ortadoğu devrimlerine denk geldi. Aslında prekarya kavramı kendisine ait değil. Bu kavrama ilk kez Fransa’da geçici ve mevsimlik işçileri tanımlarken şahit oluyoruz. Standing’ten önce güvencesizliğin (precarite) her alana yayıldığını söyleyerek bu kavramın yayılmasını sağlayan Bourdieu olmuştu. Ancak bu kavramı geliştiren, onu ayrı bir sınıf olarak ortaya koyan ve tüm dünyada gözlerin bu kavrama çevrilmesini sağlayan Standing oldu. 2014 yılında yayınladığı “Prekarya Bildirgesi: Yarı-yurttaşlıktan Yurttaşlığa” kitabında ise prekarya sınıfının programını yazmaya soyundu.
1990’lar ve 2000’lerde Avrupa’da güvencesizlik meselesi üzerinden işçi hareketlerinin ortaya çıkması Standing’in güvencesizleri yeni bir sınıf olarak ortaya atmasının arka planını oluşturuyor. Örneğin, 1999-2000 yıllarında İtalya’da Zincir İşçileri Ekibi, mağaza zincirlerinde çalışan işçileri güvencesizlik sorunu üzerinden bir araya getiriyordu. Bu hareket zamanla iki ayrı işçi grubunu da birleştirmek yönünde adımlar atmıştı. Bunların ilki hemen her tür zincirde (mağaza, fast-food, restaurant, cafe) çalışan zincir işçileri, diğeri ise medya, bilişim gibi ‘yaratıcı’ sektörlerde göreceli olarak yüksek ücretlerle çalışan beyin işçileri idi. Hareket bu iki işçi grubunu birleştiren ortak sorunun güvencesizlik olduğunu söylüyordu. Bir diğer hareket ise Fransa’da 1995 yılındaki emeklilik reformuna karşı genel grev sonrasında oluşan Dayanışma Kolektifi’ydi. Geleneksel sendikacılığın güvencesiz koşullarda çalışan işçileri örgütlemede ve onları savunmada yetersiz kalması üzerine ortaya çıktı Kolektif. 2002 yılında McDonalds’da çalışan beş işçinin işten atılması üzerine başlayan grevde oynadığı rolle ilk kez kendinden söz ettirdi. Daha sonra ACCOR adlı bir otel zincirinde çalışan göçmen kadın işçilerin 10 ay süren grevine verdiği destekle de etkili oldu. Yine Fransa’da 2003 yılında kurulan Düzensizler (Intermittent) hareketi de bir güvencesizler hareketiydi. Çoğunluğunu yarı zamanlı veya düzensiz, yani tam zamanlı olmayan işlerde çalışan işçilerin oluşturduğu bir hareketti. 2000 yılında McDonalds ve Pizza-Hut’ta yarı zamanlı olarak çalışan işçilerin Güvencesizliği Durdur sloganı ile başlattıkları grev ve ardından küreselleşme karşıtlarının gerçekleştirdiği “İşsizlik, güvencesizlik ve sosyal dışlanmaya karşı Avrupa yürüyüşü” hareketin enternasyonal bir boyut kazanmasına neden oldu. 2001 yılında İtalya’da geleneksel sendikaların güvencesiz işçilerin sorunları ile ilgilenmediğinden yola çıkarak ilk kez alternatif bir 1 Mayıs örgütlendi. MayDay adı verilen bu 1 Mayıs etkinlikleri zamanla yayıldı. 2005 yılında Avrupa’daki tüm güvencesiz ve göçmen işçiler için farklı ülkelerdeki 12 şehirde Euro MayDay etkinlikleri düzenlendi. 2006 yılındaki Euro MayDay 20 şehirde ve Tokyo’da toplam 300 bin kişinin katılımı ile kutlandı(14).
Güvencesizlik Türkiye’de de 2000’lerde işçi sınıfının gündemine girdi ancak diğer ülkelere benzer bir şekilde Türkiye’deki sendikalar da bu soruna yeterince ilgi göstermedi. Bu nedenle güvencesizlik sorunu etrafında çeşitli işçi hareketleri ortaya çıktı. Türkiye’de güvencesizliğin en önemli kaynağı taşeronlaşma oldu. 2003 yılında yürürlüğe giren 4857 nolu İş Kanunu ile taşeronlaşmanın önü açıldı. DİSK-AR raporuna göre 2002 yılında 387 bin olan taşeron işçi sayısı 2011’de 1 milyon 611 bine ulaşmıştı(15). 2008 yılında IBM Türkiye’de beş yıldır zam alamadıkları gibi bir de şirketin taşeronlaşmaya gitmesi nedeniyle şirketin beyaz yakalı çalışanları Tez Koop-İş’te örgütlendi. IBM işçilerinin sendikalaşma mücadelesine destek olmak için her hafta şirketin bulunduğu Yapı Kredi Plaza önünde başlayan dayanışma eylemleri, Plaza Eylem Platformu’nun (PEP) kurulmasını sağladı. Farklı şirketlerde çalışan beyaz yakalı işçilerin örgütlenme arayışının bir sonucu olan PEP’in toplantılarında ve yazılı materyallerinde en fazla üzerinde durduğu konu güvencesizlik oldu. 2011 yılında ise 26 ayrı mavi ve beyaz yakalı işçi mücadelesi ve platformunun katılımıyla düzenlenen Güvencesizler Konuşuyor Forumu, Güvencesizler Hareketi adıyla yeni bir platform kurdu. 2013’te yaşanan Gezi Direnişi sırasında beyaz yakalıların daha önce hiçbir harekette olmadığı kadar eylemlere katılmalarının arkasındaki nedenler arasında çalışma koşullarının kötüleşmesi ve güvencesizlik olduğu tartışılmıştı(16).
Dolayısıyla son yirmi yılda güvencesizlik meselesinin giderek artan oranda işçi sınıfı hareketinde yer bulması ve bu mesele üzerine çok sayıda çalışma yapılmaya başlanması, Standing’ in güvencesizleri ayrı bir sınıf olarak kavramlaştırmasındaki arka planı oluşturuyor.
Standing kitabında küreselleşmenin çocuğu olarak ilan ettiği prekarya için “Prekarya, eğer marksist anlamda henüz kendisi için bir sınıf değilse de, oluşmakta olan bir sınıftır.” diyor(17). Standing öncellikle günümüz toplumunu yedi gruba ayırıyor;
- (1) Dünyanın en zengin insanlarından oluşan ve insanlığın çok küçük bir kesimini oluşturan elitler,
- (2)Şirketlerin ve bürokrasinin üst kademelerinde bulunan yüksek gelirli ve uzun süreli sözleşmelere sahip salarya(18),
- (3) Salaryanın hemen altında profesyoneller ve teknisyenler terimlerinin birleşmesinden oluşturulan ve genellikle bağımsız çalışan profisyenler,
- (4) Bunların altında kol emeğini kullanarak üretim yapan, sahip olduğu haklar nedeniyle iş güvencesi olan ve sayısı giderek azalan işçi sınıfı (proleterya),
- (5) prekarya,
- (6) işsizler ve
- (7) lümpen prekarya(19).
Prekarya sınıfı üç ayrı gruptan oluşuyor; güvenceli işlerini ve gelirlerini kaybederek eski işçi sınıfından prekaryaya düşenler, üniversitelerden mezun olmalarına rağmen düzenli ve güvenceli iş sahibi olamayanlar ve göçmenler.
Kısacası yeni bir sınıf olan prekarya proletaryanın da altında, ondan daha fazla ezilen bir sınıf Standing’e göre. Tabi bu kavramsallaştırmada önemli bir sorun var. Proletarya zaten Roma hukukunda en alttaki mülksüz kesimleri tanımlayan bir kavram. Marx kapitalizmde en altta olan sınıfın yani tüm zenginliği üretmesine rağmen kendisi ücretli köle durumunda olan sınıfın işçi sınıfı olduğunu söyler. Zaten bu nedenle iktidar olduğunda sınıfsız bir toplum kurabilecektir, çünkü altında sömürebileceği başka bir sınıf yoktur. Ayrıca işçi sınıfı üretim araçlarına sahip olmaması dolayısıyla zaten yapısal olarak güvencesiz bir sınıftır(20). Oysa Standing prekaryanın proletaryanın da altında bir sınıf olduğunu ve proleteryanın zaman zaman işsiz kalsa bile güvenceye sahip olan bir sınıf olduğunu söylüyor.
Standing prekaryayı 10 özellik üzerinden birbirinden ayırıyor. Bunların ilk üçü için sınıf ilişkilerinin üç boyutu diyor. Bunlar; üretim ilişkilerindeki farklılık, bölüşüm (gelir dağılımı) ilişkilerindeki farklılık ve devletle ilişkilerindeki farklılık. Üretim ilişkileri açısından işçi sınıfını uzun dönemli sözleşmesi olan, düzenli, sabit çalışma saatleri olan, sendikalı kol emekçileri olarak tanımlıyor. Prekaryayı ise iş, çalışma, gelir, sendikal temsiliyet vb. yedi ayrı güvenceden yoksun olarak tanımlıyor. Bu duruma üretim ilişkileri açısından farklılık diyor ancak burada daha çok çalışma ve istihdam koşullarındaki farkı anlatıyor. Bölüşüm ilişkilerine geldiğinde işçi sınıfının parasal olmayan gelirlerden (sosyal gelirden) faydalandığını, prekaryanın ise aldığı ücret dışında hiçbir sosyal gelire (işsizlik maaşı, ücretli izin, emeklilik vb.) sahip olmadığını anlatıyor. Son olarak devletle ilişkilerinde de işçi sınıfı vatandaşlık haklarına sahip bir sınıf iken, prekarya içerisine dahil ettiği göçmenlerin vatandaşlık haklarına değil sadece oturma iznine sahip olduğunu anlatıyor.
Sınıf ilişkilerinin üç boyutunun yanı sıra prekaryayı ayrı bir sınıf yapan diğer yedi özellik ise şunlar; mesleki bir kimliğe sahip olmayışları; çalışma zamanı üzerinde kontrollerinin olmayışı, emeğinden koparılma, düşük sosyal hareketlilik, aşırı kalifikasyon (hiç kullanmayacak olsa bile uzmanlık sahibi olma zorunluluğu), belirsizlik ve yoksulluk ile yoksulluk tuzaklarına saplanmaları(21).
Her ne kadar bu özelliklerin prekarya dışındaki sınıflarda da görülebileceğini söylese de bu özelliklerin tamamının prekaryayı ayrı bir sosyal grup yaptığını ancak henüz ortak bir kimlik etrafında bir araya gelmedikleri için de oluşmakta olan bir sınıf olduğunu söylüyor.
Standing prekaryayı tehlikeli bir sınıf olarak nitelendirirken ona toplumu dönüştürücü bir görev biçmiyor. Aslında bu sınıfın kapitalizm için bir tehdit olduğunu anlatıyor ve eğer sosyal politikalar uygulanmazsa isyan edebileceklerini ve istikrarsızlığa neden olacaklarını anlatmaya çalışıyor. Kısaca burjuvaziyi uyarıyor da diyebiliriz.
Prekarya kitabı yayınlandığı sırada Tunus ve Mısır’da devrimler başlamıştı ve kısa bir süre sonra meydan işgalleri önce Avrupa’ya sonra Occupy hareketi ile ABD’ye ve oradan tüm dünyaya yayıldı. Bu tesadüf Standing’i bir anda popüler yaptı. İngiltere’nin en büyük sol gazetesi olan The Guardian için yazdığı bir makalede meydanları işgal eden kitlelerin tam da kendi kitabında anlatmaya çalıştığı küresel prekarya olduğunu söyledi(22). Hayatı istediği gibi kurgulayamayan, geleceğinden endişeli, umduğu kariyer olanaklarına ulaşamayan, kendini sürekli bir belirsizlik ve baskı altında hisseden prekarya meydan işgalleri ile öfkesini dile getirdiği gibi faşizmin ve aşırı sağın da (göçmenler hariç) kitle tabanını oluşturabileceğini söylüyordu Standing bu makalede. Bu asi grubun küresel zengin azınlığa karşı büyük öfke duyduğunu ve neye karşı olduklarını bilmelerine rağmen ne istediklerini bilmediklerini söylüyordu. Zaten bu nedenle henüz ortak çıkarları etrafında bir sınıf bilinci geliştiremediklerinden söz ediyor.
Standing’in teorisi birçok zayıflıktan mustarip. Birincisi, yediye ayırdığı sınıf kategorilerinde sınıfın üretim ilişkileri içerisindeki yerine değil gelir seviyesine, statüsüne ve çalışma koşullarına bakıyor. Dolayısıyla toplu sözleşme hakkı olan bir fabrika işçisi ile yan fabrikada güvencesiz koşullardaki işçinin çıkarlarının ve sınıf konumlarının ayrı olduğunu söylüyor. Yönetici konumunda olmayan beyaz yakalıların hangi sınıfta yer aldığı da belirsiz. Yüksek ücretli ve yönetici pozisyonlara sahip salarya içerisinde değiller ama işçi sınıfı içerisinde de değiller çünkü Standing için işçi sınıfı kol emeğini kullanan sanayi işçilerinden oluşuyor. Öte yandan eğer güvencesizlik koşullarında değillerse, mesela devlette, güvenceli bir işte çalışıyorlarsa prekaryaya da girmiyorlar(23). 2004 yılında ILO tarafından 90 ülkede yapılan bir araştırmaya göre işçi sınıfının %73’ü güvencesiz koşullarda çalışıyor24. Dolayısıyla güvencesizliği ayrı konumları ve çıkarları olan bir sınıf kategorisine koymak başlı başına bir sorun teşkil ediyor.
İkincisi, güvencesizlik kapitalizm tarihinde yeni bir durum değil. Hatta güvence olarak sıraladığı şeyler 1950-1980 arasında kendisine komünist diyen ülkeleri bir yana bırakırsak dünyanın sadece gelişmiş birkaç kapitalist ülkesinde var olan bir durumdu. Marx ve Engels’in döneminde örneğin iş güvencesi, sigorta, gelir güvencesi, sosyal haklar, eşit işe eşit ücret vb. hiçbir güvencesi yoktu işçi sınıfının. Sürekli bir işe sahip olanlardan daha çok günlük veya haftalık yevmiyeli çalışan işçiler vardı. Bugünün prekaryasının yaşadığı güvencesizlik Batı dünyasında sınıf mücadelesi sayesinde elde edilen hakların tırpanlanması anlamına geliyor. Ancak bu tırpanlanmadan geri kalan hakların bile 19. yüzyıldaki koşullarla kıyaslandığında çok daha güvenceli olduğu söylenebilir.
Üçüncüsü, her sınıf maddi çıkara sahip olduğuna göre prekaryanın da ayrı çıkarları olması gerekiyor. Politik ve ideolojik koşullar işçi sınıfının bilincini nasıl etkilerse etkilesin, sınıf genel bir soyutlama düzeyinde maddi çıkarları olan bir sosyal gruptur. İşçi sınıfının maddi çıkarları yaşam ve çalışma koşullarını patronlara karşı ilerletmek ve en genel düzeyde kendi emeği üzerinden geçinen ve kendisini üretim araçlarının mülkiyetinden kopararak ücretli köle haline getiren kapitalizmden kurtulmaktır. Peki, eğer prekarya işçi sınıfından ayrı bir sınıfsa onun maddi çıkarı nerede? Standing bu soruya yanıt aramıyor. Daha çok prekarya sınıfını tanımlamaya ve onu diğer sınıflardan, özellikle de işçi sınıfından ayırt etmeye çalışıyor. Prekarya Bildirgesi’nde yazdığı 29 maddeyi ise prekaryanın somut talepleri olarak öneriyor. Yani kısa dönemde prekaryanın çıkarına olan talepler bunlar. Bu maddeler; iş kavramını üretici ve yeniden üretici bir etkinlik olarak yeniden tanımlamak, esnek çalışmanın yasalarla düzenlenmesi, sınıf bazlı göçmen politikalarına son verilmesi, eğitimin metalaştırılmasından vazgeçilmesi, vatandaşlık geliri uygulamasına geçilmesi25 gibi birçoğu yeni olmayan ve sadece prekarya olarak sınıflandırdığı kesimlerin değil işçi sınıfının tamamının çıkarına olan maddeler. Ancak bu maddelerin elitler, salarya ve profisyenler açısından bir karşılığı olmadığı açık. Wright, Standing’in prekarya teorisini eleştirdiği yazısında işçi sınıfının çıkarına olan taleplerin neden prekaryanın da çıkarına olmadığını sorgular. Örneğin, istihdam yasalarında işçi sınıfının güvencelerini koruyan düzenlemelerin ya da sendikalaşmayı kolaylaştıran maddelerin pekâlâ prekaryanın da çıkarına olacağını çünkü prekarya ve işçi sınıfının aslında tek bir sınıf olduğunu anlatıyor(26).
Standing’in kitabında aslında olgusal açıdan oldukça önemli bilgiler yer almakla birlikte teorik açıdan yukarıda bahsedilen hataları var. Standing’in tarihsel bir perspektiften uzak oluşu günümüzde son derece gerçek bir olgu olan güvencesizliği sanki tarihte ilk kez yaşıyormuşuz gibi anlatmasına yol açıyor. Tabi bu analizden yola çıkarak da yeni bir sınıfın ortaya çıktığını iddia ediyor.
Prekarya tartışması aslında 1970’lerde Batı’da başlayan yeni orta sınıf tartışmasının devamı olarak görülmeli. O dönem orta sınıf olarak görülen çalışan kesimin bugün proleterleşmekte olduğu gerçeğinden yola çıkarak yapılıyor bu tartışma ve bu yönüyle bir sınıfsal düşüşü anlatıyor (tabi göçmenler hariç).
Değişen işçi sınıfı
Değişimi anlamlandırmak bir entelektüel faaliyet olmanın ötesinde dünyayı değiştirmek isteyenler için oldukça önemlidir. Değişim demek eskiden olmayan yeni durumların ortaya çıkması anlamına gelmekle birlikte bu durum her zaman yeni kategoriler ve kavramlar bulmak zorunda olduğumuz anlamına gelmiyor.
Günümüz toplumunun kapitalist bir toplum olmadığını iddia eden sanırım kimse yokken, yeni sınıfların ortaya çıktığı çokça dillendiriliyor, hatta işçi sınıfının öldüğü birkaç on yılda bir tekrarlanıyor. Oysa kapitalizmin tarihi içerisinde burjuvazi de, küçük burjuvazi de, işçi sınıfı da değişime uğruyor. Buhar gücünün sanayide kullanılmasından önce atölyelerde üretim yapan burjuvazi zamanla fabrikaları, daha sonra dev sanayi komplekslerini ortaya çıkarmıştı. Zamanla hizmetler sektörü de büyük bir sermaye birikim alanı haline geldi. Yeni sektörler oluştu. Dolayısıyla burjuvazi önemli bir değişim geçirdi. Burjuvaziyi; ticaret burjuvazisi, sanayi burjuvazisi, finans burjuvazisi gibi kategorilere ayırmak mümkün olmakla birlikte artık burjuvazinin yok olduğunu söylemek pek de akıllıca olmasa gerek. Ancak söz konusu işçi sınıfı olduğunda nedense daha bir aceleyle işçi sınıfının yok olduğu veya azaldığı söyleniyor. Değişimi anlamlandırmaya çalışmak eğer kötü niyetle yapılmıyorsa bazen suları fazla bulandırabiliyor.
Batı’da 68 hareketi sonrasında başlayan ve yukarıda isimlerini verdiğim teorisyenler tarafından kavramsallaştırılan yeni sınıf kategorilerine ilk yanıtı Braverman bir başyapıt olan “Emek ve Tekelci Sermaye” kitabında vermişti. II. Dünya Savaşı sonrasında hizmetler sektörünün hızla büyümesi, adına beyaz yakalılar denilen çalışan kesimin oranının işçi sınıfı içerisinde radikal bir biçimde artmasına neden olmuştu. Braverman (1974) Marx’tan sonra neredeyse değinilmemiş bir konu olan emek süreçlerindeki değişimi analiz ederek tekelci kapitalizm döneminde işçi sınıfının nasıl değiştiğini açıklamaya girişti. Diğer sınıf teorisyenlerini ise şu sözlerle eleştirdi:
“Son on yılda bazı yazarlar tarafından geliştirilen “yeni işçi sınıfı” kavramının gelişigüzel kullanımını kabul edemiyorum. Bu anlayışa göre “yeni işçi sınıfı”, üretim ve yönetim alanında uzmanlaşmış bilgi depoları olarak hizmet eden meslekleri kapsar: Mühendisler, teknisyenler, bilim adamları, idari ve idari yardımcılar ile uzmanlar, öğretmenler vb. Çalışan nüfusun tamamını ve nasıl değiştiğini, hangi bölümlerinin artıp hangi bölümlerinin gerilediğini veya durduğunu incelemek yerine; bu analistler analizlerinin tek odak noktası olarak istihdamın sadece bir bölümünü seçiyorlar.”(27)
Bu keyfi seçim sonucunda kullanılan ‘yeni’ kelimesi aslında iki anlamda kullanılıyor Braverman’a göre. İlk olarak ‘yeni’ dedikleri aslında son dönemde ortaya çıkan veya yükselen meslek gruplarıdır. İkincisi ise eskiye göre parıltılı ve gelişmiş olduğu farzedilen iş alanlarında çalışanlardır28. Chris Harman da tarihsel gelişiminden soyutlanmış bir sınıf analizinin hareketli bir film rulosundan bir kareyi dondurarak incelemeye benzetir ve Braverman’ın eleştirisine destek verir(29).
Tarihsel bir analize tabi tutulduğunda işçi sınıfının sürekli değişiklik gösterdiği görülür. Marksizmde sınıf konumları nesneldir yani kişilerin işçi, küçük burjuva veya burjuva olup olmadığını belirleyen şey onların üretim araçları ile aralarındaki ilişkidir. Bir atölyede, fabrikada veya ofiste maaş karşılığı çalışan, ürettiği mal veya hizmetin ne şekilde kullanılacağı üzerinde hiçbir söz hakkı olmayan ve o işyerindeki emek süreci içerisinde hiçbir idari yetkisi olmayan kişiler işçidirler. Ne kadar maaş aldıklarının, ne iş yaptıklarının (meslekleri), hangi ideolojilere bağlı olduklarının, nasıl bir yaşam biçimine sahip olduklarının veya kendilerini işçi olarak görüp görmediklerinin bir önemi yoktur. Bu sayılan durumlar elbette işçilerin bilincinde farklı etkilere sahiptir ve sosyalist bir mücadelede dikkate alınması gereken sosyolojik farklılıklar oluşturur ancak marksist sınıf analizi açısından bunlar bir kişinin işçi olup olmadığını belirleyen faktörler değillerdir.
İşçi sınıfı kapitalizmin dinamik sistemi içerisinde elbette değişimler geçirir. 1844 yılında Britanya işçi sınıfının büyük çoğunluğu tekstil işçileridir, 20. yüzyılın başlarında çoğunluk ağır sanayide çalışmaktadır, 1930’larda ise motor ve hafif mühendislik sanayileri işçi çoğunluğunu oluşturmaktadır(30). 1960’lardan itibaren de yükselişe geçen hizmet sektörü çalışanları 1990’lardan itibaren çoğunluğu oluşturuyor(31). Bütün bu değişimler her defasında yeni bir sınıf ortaya çıkarmaktan ziyade işçi sınıfının yapısını değiştiriyor. Tabi bu değişime bağlı olarak (ama sadece bu nedenle sınırlı değil) işçi sınıfının örgütlenme pratikleri ve kolektif eylem repertuarı da değişim geçiriyor. Örgütlenme pratiklerinde çeşitli değişimler yaşanmakla birlikte istihdam edilenlerin giderek attığı yeni meslek grupları her defasında ayrıcalıklı konumlarını yitirerek ‘proleterleşme’ denilen sürece dâhil oluyor ve mavi yakalı işçilerin çalışma koşullarına doğru yaklaşıyorlar.
Sınıf tartışmasına dâhil olan yazarlar hangi kavramsallaştırmayı kullanırsa kullansınlar aralarında değişimin yönüne dair ortak bazı noktalar var. Bunlardan ilki 1950’lerden beri Batı’da işçi sınıfının yapısının endüstriyel kol emeği ağırlıklı bir yapıdan, beyaz yakalı hizmet sektörü ağırlıklı bir yapıya doğru değişiyor oluşudur. Tabi bu yapısal değişim içerisinde eğitim seviyesinin de yükseldiğini, özellikle üniversite mezunlarının sayısının büyük artış gösterdiğini belirtmek lazım. Diğer değişim ise emek süreçlerinde yaşanan değişimdir. Bir dönemde ayrıcalıklı olan ve zor bulunan vasıflar olarak bilinen pozisyonların değişmesi ve iş yerlerinde işin örgütlenmesinin değişimi emek süreçlerinde sürekli bir dönüşüme neden oluyor. Bu dönüşümüm sonucu ise bir yanda vasıfsızlaşma ve güvencesizleşme sonucu ortaya çıkan prestij kaybı, öbür yanda ise yeni prestijli pozisyonların ortaya çıkması oluyor.
Yeni orta sınıf veya yeni işçi sınıfı teorilerinin odaklandığı temel noktayı beyaz yakalı çalışanların eğitim düzeyinin mavi yakalılardan yüksek olması oluşturuyor. Bir diğerini ise üretim araçlarındaki teknolojik gelişme sonucu geleneksek kol emekçilerinden farklılaşmaları oluşturuyor. Sırayla bu iki durumun işçi sınıfının değişiminde oynadığı rolü inceleyerek beyaz yakalıların büyük bir kısmının işçi sınıfının bir parçası olduğunu gösterip ardından da yeni orta sınıf teorisine bakalım.
Kitle eğitiminin işçi sınıfı üzerindeki etkisi
Callinicos tartışmanın kökeni olan beyaz yakalıların aslında iki ayrı kategoride incelenmesinin tartışma taraflarını anlamak için daha uygun olduğunu belirtir. Buna göre, beyaz yakalıların büyük çoğunluğu aslında rutin ofis işlerini yerine getirmekte olan ofis çalışanlarıdır (clerical workers). Beyaz yakalıların ikinci grubunu ise profesyoneller ve yöneticiler oluşturmaktadır(32). Bu ayrım üzerinden giderek eğitimin bu iki grup üzerindeki etkisini inceleyebiliriz.
Britanya’daki ofis çalışanları 19. yüzyılda büyük çoğunlukta erkek işçilerden oluşuyordu ve yine büyük çoğunlukta küçük atölyelerde veya işyerlerinde çalışıyorlardı. Yaptıkları işler genelde kayıtların tutulması, muhasebe, yazışmalar ve benzeri, işverenleri ile çok yakın ilişki halinde oldukları ve bazı yetkilere sahip olabildikleri işlerdi(33). Hyman buna ‘otoriteye yakınlık’ (proximity to authority) diyor(34). Ofis çalışanları o dönemde mavi yakalılara göre daha eğitimlilerdi. Okuma yazma bilmek zorundalardı, belirli seviyede aritmetik, muhasebe, yabancı dil biliyorlardı. Daha yüksek maaşlara da sahiplerdi. Bu niteliksel durumun bir sonucu olarak yaşam tarzları mavi yakalı işçilerden farklılık gösteriyordu. Daha iyi mahallelerde oturuyorlar, daha iyi giyiniyorlar, opera gibi etkinliklere katılabiliyorlardı(35). Ofis çalışanlarının bu ayrıcalıklı durumu 1870 yılında Britanya’da zorunlu eğitime yani kitlesel eğitime geçilmesi ile gerilemeye başlıyor. Okuma yazma bilenler hızla artıyor ve daha önce ofis çalışanlarının sahip oldukları temel bilgiler artık ilkokuldan itibaren bütün vatandaşların sahip oldukları bilgiler haline geliyor. Çoğunlukla işverene olan yakınlıkları ve sahip oldukları yetkiler nedeniyle işyerlerinde çelişkili sınıf konumunda bulunan ofis çalışanları 20. yüzyılda artık sadece rutin ofis işleri yapan beyaz yakalı işçiler durumuna geliyorlar(36). Yani vasıfsızlaşıyor, ayrıcalıklı konumlarını ve yetkilerini kaybediyor ve prestij kaybına uğruyorlar.
İkinci kategori olan profesyoneller ve yöneticiler ise tartışmanın çok daha yoğun olduğu bir alan. Marksist John ve Barbara Ehrenreich sınıflar tartışmasının en yoğun olduğu dönemde öne attıkları Profesyonel ve Yönetici Sınıf (PYS) teorisi ile oldukça ses getirmişlerdi. Amerikan iş gücü içerisinde profesyoneller ve yöneticilerin 1930’larda yüzde 1 civarı iken 1974’te yüzde 26’ya çıktığını göstermişlerdi. Bu oran 2006 yılında yüzde 36 olarak görülüyordu(37). Yaklaşık 70 yıl içerisinde azınlık bir gruptan en kalabalık sınıfı oluşturduğu anlamına gelen bu teoride sorunlu olan yer Ehrenreichların profesyoneller kategorisine neredeyse bütün üniversite mezunlarını alıyor olmasıdır. Yani asında vasıflı işlerde çalışmak yerine rutin ofis işi yapmakta olan üniversite mezunları da profesyoneller kategorisi içerisindedir. Ayrıca Ehrenreichlar çelişkili sınıf konumlarını önemsemeksizin bütün profesyoneller ve yöneticileri tek bir sınıf olarak kurgularlar. Callinicos, Ehrenreichların teorisindeki bu sorunu somut olarak göstermek için Britanya’dan örnek verir. Buna göre, 1971 yılında Britanya’da profesyoneller, yöneticiler ve idarecilerden oluşan kategoride çalışanların yüzde 70’i aslında alt düzey profesyonellerdir ve yarısından fazlası kadındır. Dolayısıyla bu kategorinin büyük bir kısmı ayrı bir sınıf oluşturmak yerine işçi sınıfına dâhillerdir(38).
Ehrenreichlar 2013’teki makalelerinde ise önceki iddialarından geri adım attılar. Neoliberal dönemde profesyoneller ve yöneticilerin büyük bir değişim yaşadığını söylediler. Örneğin, tıp ve hukuk gibi serbest meslek alanlarının 1980 sonrasında şirketlerin kontrolüne girdiğini belirtiyorlar. Doktorlar için yeni teknolojik cihazlara ulaşmanın imkânsız hale gelmesinin bir sonucu olarak artık çok daha fazla doktor kendi muayenehaneleri yerine hastanelerde çalışıyor. 1983’te doktorların yüzde 23’ü ücretli iken, 2010 yılında bu rakam yüzde 50’ye ulaşmış durumda. 1930’larda üniversiteler hala oldukça küçük ve elitler ancak henüz büyük çoğunluğu kâr amaçlı olmayan üniversiteler. Büyük şirketler yüksek sayıda profesyoneli istihdam etmeye esas olarak 1960’larda başlıyor. Örneğin, 1960 yılında 50’den fazla avukat çalıştıran avukatlık şirketi sayısı 40’ın altında iken, bugün yüzlercesi mevcut. Bugün ABD’de binden fazla avukat çalıştıran hukuk şirketi sayısı ise 2139.
1970’lerde profesyonel ve yönetici sınıf (PYS) teorisi ile son derece etkili olmuş olan Ehrenreichlar bu fikirlerinin nedeni olarak PYS’nin kapitalist kültürün ve sınıf ilişkilerinin gündelik yaşamdaki yeniden üretiminde oynadıkları özel rolü işaret ediyorlardı. Ancak 2000’lerdeki çalışmalarında bu iddiayı terk ettiler. PYS, Ehrenriechlara göre, 1980 öncesinde toplum içerisinde oldukça özel bir konumda bulunurken, bugün kendilerine özel çıkarlar etrafında kolektif hareket edebilme yeteneklerini kaybetmiş olan çalışanlar durumuna gelmiş bulunuyorlar. Giderek işçi sınıfı ile ortak çıkarlar etrafında mücadele etme eğiliminde olduklarını ve bu eğilimin politik temsiliyetini de 2011’de yaşanan “işgal et” (Occupy) hareketlerinde gördüklerini belirtiyorlar(40).
Tüm dünyada eğitim düzeyinin giderek artmasının işçi sınıfının niteliğinde bir değişime neden olduğu açık. Ancak sınıflar tartışmasında yer alan yazarların bir kısmının, sınıfın oluşumu açısından yüksek eğitime atfettiği öneme daha eleştirel bakanlar da var. Örneğin, Braverman 1970’lerde New York’ta elektronik veri işleme alanında yapılan bir araştırmanın sonuçlarına yer verir. Araştırmaya göre şirketler artık çalışanlarından lise diploması talep etmektedir ancak bunun nedeni lise eğitiminin gerçekten ihtiyaç duydukları vasıfları sağlaması değil her pazartesi işe gitmelerini sağlayacak disiplini kazandırıyor olmasıdır(41).
Günümüzde üniversite diplomaları için de aynı şeyi söylemek mümkün. Ehrenreichlar günümüzde şirketlerin üniversite mezunlarını tercih etmesinin sebebi olarak öğrencilerin gerçekten vasıf ve bilgi kazanmış olmasını değil verilen görevleri anlamak ve yerine getirmek, zaman sınırlarına uymak, bürokratik iletişim araçlarına hâkim olabilmek gibi özelliklere sahip olmalarını gösteriyorlar(42). Kısacası, üniversite eğitimi hiyerarşiyi kabullenmiş, rekabetçi ve iş disiplinine sahip bireyler yetiştiriyor. Bu durumun bir sonucu olarak “mezunların yaptığı işler” giderek yayılıyor ama aslında bunlar “mezunların yapacağı işler” değiller(43). Bu duruma günümüzden verilebilecek en iyi örnek muhtemelen banka çalışanlarıdır. Bankalar her yıl kalabalık gruplar halinde işçi alımı yaparlar ve koydukları tek kriter diploma sahibi olmaktır. Genellikle sosyal bilimlerin her hangi bir bölümünden mezun olmak yeterlidir. Bazen fen bilimlerden dahi başvuru kabul edebiliyorlar. İşe alınan beyaz yakalıların yapacakları işin, aldıkları eğitimle hiçbir ilişkisi olmadığı için bankalar sadece üniversite disiplininden geçilmiş olmayı şart koyuyor. Aslında bir lise mezununun da yapabileceği işlerde diplomalılar çalıştırılıyor.
Üniversite eğitiminin bir dönem lise eğitiminde olduğu gibi kitleselleşmesiyle diploma sahiplerine sağladığı ayrıcalıklar giderek azalıyor. Dolayısıyla diplomalıları hâlâ yeni bir sınıf olarak görme anlayışı giderek zorlaşıyor. 1970’lerde yeni sınıf tartışmalarının ortaya çıkmasına neden olan üniversite mezunları, neoliberal dönemde güvencesizleşme44, vasıfsızlaşma(45) ve proleterleşme gibi kavramlarla anılır duruma gelmiş durumdalar. Prekarya tartışması da bu genel değişim içerisinde anlam kazanıyor. Eskiden ayrı bir sınıf olarak veya orta sınıf olarak görülen diplomalılar ve profesyoneller bugün büyük oranda işçi sınıfı içerisinde yer alıyor.
Teknolojinin işçi sınıfı üzerindeki etkisi
Hem sınıf teorilerinde hem de değişen işçi sınıfı kavramında eğitim kadar önemli olan bir diğer konu ise üretim araçlarındaki teknolojik gelişmelerdir. Braverman, teknolojik gelişmenin üretim süreçleri üzerindeki etkisine en erken uyananlardan biriydi. Marksizmde Marks’tan sonra neredeyse değinilmemiş bir kavram olan emek sürecini yeniden gündemimize sokarak sınıf teorilerine çok önemli bir katkı yapmış oldu.
Braverman, tekelci kapitalizm aşamasına geçilmesi ile birlikte daha önceki dönemde fabrikalarda uygulanan Taylorist yönetim biçimlerinin ofislerde de uygulanmaya başlandığını anlatır. Taylor’dan önce emek sürecinin yönetimi sadece işçileri çalışma saatleri içerisinde işyerinde tutmaya dayanıyordu. Ancak Taylor işçilerin çalışmasının her aşamasını basit parçalara böldü, bu bölümlerin çalışma zamanlarını hesapladı ve üretimi en etkin şekilde artırmak üzere organize etti46. Taylor’ın yaptığı şey yalnızca üretimi kontrol etmek değil aynı zamanda işin emeğe ait olan yetkisini de kontrol etmekti. Kapitalistler önce emek gücü üzerinde kontrolü sağlamışlardı, Taylorist yöntemler (bir diğer adıyla bilimsel yönetim) sayesinde üretim sürecindeki işçilerin yetkilerini de kontrol etmeye başladılar. Böylece emek, yöneticinin kontrolünde emek sürecinin bir nesnesi haline geldi(47).
Üretim araçlarındaki teknolojik gelişim işçinin üretim sürecinde kendi emeği üzerindeki kontrolün elinden çıkmasına yol açtı. İşyerlerinde uygulanan iş bölümü, işin baştan sona tamamını yapan işçiyi tarih sahnesinden sildi. Daha sonra bant üretimi ve bant üretiminin otomatikleşmesi gibi süreçlerle işçilerin kolayca işe alınıp işten çıkarılabilmesini sağlandı. Benzer bir süreç ofis çalışanlarında da yaşandı. Ofislerde de ofis araçlarındaki ve iletişim araçlarındaki teknolojik gelişim giderek daha vasıfsız ve rutin işler yapan böylece çok daha kolay işe alınıp işten çıkarılabilen bir beyaz yakalı işçi sınıfı oluşturdu. Nasıl ki küçük üretim atölyeleri fabrikalara dönüştüyse ofisler de giderek kalabalıklaşmaya ve hatta üretim alanından tamamen kopup bir tür ofis fabrikalarına dönmeye başladı. Bu gelişmenin en somut örneği plazaların ortaya çıkışı oldu. Böylece artık birkaç on kişinin değil birkaç bin ofis işçisinin aynı anda çalışabilmesi mümkün oldu.
Braverman, Taylorist yönetimin ofislerde de uygulanmaya başlanması ile daha önce çok daha net bir şekilde ayrılmış olan kol ve kafa emeğinin bir ölçüde yeniden birleştiğinden söz eder. Örneğin günümüzde grafik tasarım ve basım teknolojisindeki gelişim sonucu eskiden birçok işçinin yaptığı işler tek bir grafikerde birleşti. Artık bir bilgisayar programı ile bütün tasarım işi tek kişide ve gelişmiş printerlar sayesinde bir tasarımın renkli çıktıya dönüştürülmesi mümkün. Bu süreç içerisinde daha önce istihdam edilen tasarım, dizgi, boyama, basım gibi kimisi kol kimisi kafa emeği gerektiren işler tek bir grafikerde birleşebiliyor. Ancak aynı zamanda grafik tasarım işi de standart bir programı kullanabilme becerisine iniyor. Dolayısıyla düşünme ve planlama işlevi giderek bir avuç yöneticinin elinde toplanırken ofisler artık çoğunlukla standartlaştırılan, rutin ve basit işbölümlerine ayrılıyor. Hoos buna ‘ofis işlerinin sanayileşmesi’ adını vermişti(48).
Ofislerdeki Taylorist uygulamalar üzerine son yıllarda Türkiye’de de çalışmalar yapılıyor. Örneğin Seçil ve Serdal Bahçe’nin TÜİK’in 2002 yılından beri gerçekleştirdiği yıllık hane halkı bütçe anketlerine dayanarak yaptığı çalışma bu konuda çok önemli bilgiler sunuyor. Bu çalışmaya göre, 2002 yılında üniversite mezunlarının yüzde 82,2’si iş hayatında daha çok zihinsel gücünü kullandıklarını söylerken, 2009 yılında bu cevabı verenlerin oranı yüzde 49,8’e düşüyor. 2002 yılında hem zihinsel hem de fiziksel gücünü kullandıklarını söyleyen diplomalı çalışanların oranı yüzde 9,1 iken, 2009 yılında bu oran yüzde 45,5 oluyor. Bahçelerin bu çalışmadan çıkardıkları sonuç diploma sahibi olmanın emek sürecinde sağladığı korunakların (ücret avantajları ve iş güvencesi kastediliyor) giderek azalıyor olmasıdır çünkü diplomalılar da vasıfsızlaşarak giderek artan oranda kol emeği kullanmaktadırlar(49). Wright da artık vasıflı kol işçilerinin rutin ofis işlerinde çalışanlarından çok daha fazla kafa emeği kullandığını belirtir(50).
Teknolojik gelişmelerin emek sürecine etkisi konusunda Bahadır Nurol’un (51) bankacılık sektörüne odaklanan beyaz yakalı emeğin dönüşümünü anlattığı çalışması da oldukça önemli. Gelişmiş kapitalist ülkelerde daha erken başlasa da Türkiye’de bankacılık alanında 1990’lardan itibaren şahit olduğumuz teknolojik değişimin emek sürecindeki etkisine odaklanıyor Nurol. Türkiye’nin bankacılık sektöründeki değişimi üç döneme ayırıyor: 1989’a kadar klasik dönem, 1989-2001 arası altın dönem ve 2001 sonrası dönem. 1989 öncesinde bilgisayarlaşma çok sınırlı, müşterilerle yüz yüze ilişki kuruluyor ve çalışanların yetenekleri son derece önemli. Bilgisayar desteğinin olmaması nedeniyle çalışanların çok iyi bir düzenleme ve prosedür bilgisine sahip olmaları ve insan ilişkilerinin çok iyi olması gerekiyor. 1989 sonrasında bankacılık sektörünün yükselişi ile beraber bankada çalışmak da en prestijli işlerden biri haline geliyor. Plazalar ilk olarak bankalar tarafından inşa ediliyor. Bilgisayarlaşma, ardından ATM’ler, POS cihazları ve internet bankacılığı da bu dönemde başlıyor ancak yaygınlaşması ve çalışanlar üzerindeki olumsuz etkileri 2000’lerde hissedilmeye başlanıyor. Bilgisayar, çalışanların üzerinden birçok bürokratik iş yükünü alırken birçok vasfı da anlamsız kılmaya başlıyor. Her bir ATM 37 banka çalışanın yaptığı işlemleri tek başına yapabiliyor(52). Artan üniversite mezunları sayısı ve teknoloji sayesinde yaşanan vasıfsızlaşma ücretlerde düşüş, esnek çalışma gibi uygulamaları beraberinde getiriyor. Performans kriterleri ve bilgisayarlaşmanın getirdiği denetim kabiliyeti nedeniyle banka çalışanları üzerinde artan yönetici baskısı çalışma koşullarının mavi yakalılara yaklaşmasına neden oluyor.
Braverman vasıfsızlaşmanın üretimin kapitalist organizasyonunda kaçınılmaz bir süreç olduğunu söylüyordu. Yaratıcı vasıflar ve işçinin kendi emeği üzerindeki kontrolü yönetim teknikleri ile yok ediliyor. Tabi ki vasıfsızlaşma ücretlerde de düşüşe yol açıyor. Artık çalışanlar çok daha basit işler yaptıkları için çok daha kolay ikame edilebiliyorlar.
Yeni Orta Sınıf Tartışması
Batı dünyasında 1970 ve 1980’lerde ortaya atılan yeni sınıf teorileri arasında marksistler açısından en önemli tartışma ‘yeni orta sınıf ’ tartışmasıdır. İşçi sınıfının değişmekte olduğu bir gerçeklik olmakla birlikte yöneticilik ve idarecilik gibi pozisyonların varlığı, bu pozisyonlarda yer alanların hangi sınıfa dahil edileceği sorusuna yanıt vermeyi gerektiriyor.
Orta sınıf marksist teoride üzerinde fazla durulmadan en fazla kullanılan sınıftır. Troçki ve Guerin orta sınıf kavramını en fazla faşizm tahlillerinde kullanırlar. Tam olarak tanımını yapmamakla birlikte kastettikleri küçük burjuvazinin(53) yanı sıra o dönemde ağırlıklı olarak kendi işlerini yapan üniversite mezunu profesyoneller ve devlet memurlarıdır(54).
Marx, Komünist Manifesto’da kapitalizmin toplumu giderek işçi sınıfı ve burjuvazi olarak iki ana sınıfa ayıracağını, iddia etmişti. İşçi sınıfı 19. yüzyıldan beri hemen her yıl artmaya devam etti. Uluslararası Emek Örgütü’nün 2013 raporuna göre günümüzde tüm dünyada 1,6 milyarın üzerinde ücretli işçi var(55). Ancak işçi sınıfının sayısındaki artış Marks’ın öngördüğü gibi orta sınıfları ortadan kaldırmadı. Tarımın sanayileşmesi küçük toprak sahibi köylülerin kentlere akmasına ve işçi sınıfına katılmasına neden oldu. Büyük endüstriyel tarım alanlarında da kalabalık tarım işçileri çalışmaya başladı. Orta sınıf ise azalmak yerine arttı. Guerin, Bernstein’ın 1900’lerin başında zanaatkâr, küçük sanayici ve tüccarların sayılarının azalmadığını hatta arttığını söylediğini belirtir. Ancak toplum içerisindeki temsil ettikleri yüzde azalıyordu elbette. Ayrıca Guerin kapitalizmin yeni bir orta sınıf da yarattığını anlatıyordu. İş araçlarının mülkiyetine sahip olmayan bu kesime ilk olarak Kautsky dikkat çekiyor. İşletme şeflerinin bir takım işleri mühendis, teknisyen, doktor ve avukat gibi maaşlı çalışanlara bıraktıklarını söylüyor. Guerin bu kesimi yeni orta sınıf olarak adlandırıyor. Ayrıca büyük sanayinin mallarını satan yeni satıcılar, acenteler, garajcılar, tamirciler yaratıyor. Eski küçük tüccar daha fazla büyük sermaye vekili gibi çalışmaya, eski küçük zanaatkar ise daha fazla emeği karşılığı büyük sermayeye çalışan kişi konumuna geliyor(56). Eski küçük burjuvazi bağımsız olmaktan çıkıp büyük sermayeye iktisaden daha bağımlı olarak varlığını sürdürüyor. Bu durum günümüzde marka zincirleri, distribütörler gibi durumla daha da yaygınlık kazandı. Guerin’den sonra yeni orta sınıf kavramını kullanan bir diğer marksist yine Braverman oldu. Tekelci sermaye ile birlikte büyük işletmelerin yönetiminin de parçalandığını ve buralarda en üst yöneticilerin altında bir yöneticiler grubu oluştuğunu anlatıyor ve bu gruba yeni orta sınıf diyor Braverman. Eski orta sınıf ne işçi ne kapitalist olarak emek süreci içerisinde yer almazken, yeni orta sınıf emek sürecinde yer alan bir grup. Bu yönüyle hem işçi hem kapitalist sınıfın özelliklerini taşıyor(57).
Braverman’dan birkaç yıl sonra Erik Olin Wright sınıfları analiz eden “Sınıf, Kriz Ve Devlet” kitabını yayınladı. Sınıf konumları (class locations) üzerinden 1970’lerin kapitalist ve Doğu Blok’u toplumlarını marksist bir sınıf analizine tabi tutan Wright, ortaya attığı ‘çelişkili sınıf konumları’ teorisi ile marksist sınıf teorisine çok önemli bir katkıda bulundu.
Wright emek-sermaye ilişkilerini analitik bir incelemeye tabi tutarak bu ilişkilerin temelinde üç sürecin olduğunu belirtir. Bu süreçler; üretim araçları üzerindeki fiziksel kontrol, emek gücü üzerindeki kontrol ve yatırımlar ile kaynak dağılımı üzerindeki kontroldür(58). Bu üç süreç her zaman bir birine denk bir şekilde işlemez ve ortaya çelişkili konumlar çıkar. Buna göre, kapitalistler bu üç sürecin üçünün de kontrolüne sahip iken işçiler hiç birinin kontrolüne sahip değildir. Bu iki sınıf konumunun yanı sıra bir de “üst düzey idareciler (top executives), yöneticiler (managers), ve denetleyiciler (supervisors)” vardır. Bu konumlarda bulunanların üretim araçlarının fiziksel kontrolü üzerindeki yetkisi sınırlı olmakla birlikte emek gücü üzerinde kapitalist sınıf lehine bir kontrolleri bulunur. İşe alma ve işten çıkarma yetkileri vardır. Her ne kadar işçiler üzerinde kontrole sahip olsalar da kapitaliste karşı da ücretli çalışan konumundadırlar ve onlar da işten çıkarılabilirler(59). İşte bu çelişkili sınıf konumu oluşturur.
Wright’ın çelişkili sınıf konumları sadece yöneticiler ve denetleyicilerden oluşmaz. Kapitalist toplumun üç ana sınıf konumu olan kapitalistler, işçiler ve küçük burjuvazi arasında üç ayrı çelişkili sınıf konumu bulunur. İlki yukarıda bahsedildiği üzere kapitalistler ve işçi sınıfı arasında bulunan yöneticiler ve idarecilerdir. Kapitalistler ile küçük burjuvazi arasında bulunan küçük işverenler bu çelişkili konumların ikincisidir yani bunlar da yeni orta sınıfın bir parçasıdır. Küçük burjuvazi kendi üretim aracına sahip olup, sadece kendisi veya ailesi ile çalışanlardan oluşan bir sınıftır. Ancak yanında birini istihdam etmeye başladığında küçük işveren konumuna geçer fakat hâlâ kendi ürettiği artı değer yanında çalışanın ürettiğinden daha fazladır. Ne zaman yanında çalışanların ürettiği artı değer kendisinin ürettiği değeri geçerse o zaman küçük kapitalist konumuna geçiyor yani kapitalist olmuş oluyor60. Sonuncu çelişkili sınıf konumu ise küçük burjuvazi ile işçi sınıfı arasında yer alan yarı-özerk çalışanlardır. Bu konumda bulunan çalışanlar kendi emekleri üzerinde işverene karşı belirli bir özerkliğe sahiptirler. Wright, bu konuma laboratuvarda çalışan uzmanları ve üniversitelerdeki akademisyenleri örnek olarak gösterir(61).
Wright sonraki çalışmalarında(62), sınıflar tartışması içerisinde girdiği polemiklerden sonra ‘çelişkili sınıf konumları’ teorisini terk etti. Onun bu teorisini geliştirerek ‘yeni orta sınıf ’ ismini veren kişi Callinicos oldu. Wright’ın çelişkili konum kuramını önemli bulmakla birlikte onun analitik çalışmasını formal ve statik bulduğunu söyler Callinicos. Wright sadece bugünün (Wright’ın yazdığı dönemin) kapitalist toplumunun analizini yapar ancak bu kategorilerin tarihsel dönüşümlerinin nasıl gerçekleştiğini açıklamaz(63).
Callinicos kapitalist gelişmenin erken dönemlerinde üretimin genelde evde yapılmasından dolayı işçilerin emek sürecinde ciddi bir kontrolü olduğunu, kapitalistin sadece borç vermek, hammadde sağlamak ve biten ürünü satın almak üzerinden ilişki kurduğunu hatırlatır. Fabrikalar ortaya çıktığında esas olarak kapitalistlerin emek sürecinde de kontrolü oluşur. Fabrikada disiplin ve denetim bir teknolojik gelişim olmasa da maliyetleri düşürebilmektedir. Üretimin küçük ölçekli olduğu dönemde kapitalistler izleme ve kontrol görevini bizzat kendileri yapabilmektedir. Ancak sermayenin radikal bir şekilde büyümesi ve merkezileşmesi sonucu kapitalistler bunu tek başlarına yapamaz hale gelirler. Bu nedenle izleme ve kontrol görevlerini bazı çalışanlarına delege ederler. Çelişkili sınıf konumları yani ‘yeni orta sınıf ’ işte bu koşullarda ortaya çıkar. Yani bir grup ücretli yönetici sermayenin denetim ve gözetim işini yerine getirirler.
Callinicos esas olarak işletmelerdeki emek sürecine odaklanır ve emek sürecinde iki tür kontrol olduğunu söyler; Stratejik Kontrol ve İşletmedeki Kontrol. Stratejik kontrol, kaynakların kullanımına ve geri çekilmesine karar verme gücü anlamına gelir. İster hisse sahibi olsun ister en üst düzey yönetici veya her ikisi birden, bu kontrole sahip olanlar kapitalist sınıfa girer. Yeni orta sınıf işletmedeki kontrole sahip, yani çerçevesi stratejik kontrole sahip kapitalistlerce belirlenen sınırlar içerisinde kaynakların günlük düzeyde kullanma yetkisi olanlar, orta düzey yöneticilerdir. Bu onları burjuvazi ile işçi sınıfı arasında çelişkili bir konuma koyar. Bu ilişkisellikte bir diğer önemli nokta burjuvazi ile yeni orta sınıfın ait oldukları sınıfa ulaşma biçimidir. Burjuvazi genellikle miras yoluyla bu sınıfa dâhil olur ya da en azından bir atama sürecinde bu sınıfa girmez. Oysa yeni orta sınıf ise işyeri hiyerarşisi içerisinde yetenekleri ile yükselerek bu konuma ulaşır(64).
Callinicos yeni orta sınıf kavramını kullanmakla birlikte bu kavramdan pek memnun olmadığının altını çizer çünkü çelişkili konumda olan bu grup aslında bir sınıf değildir. Birçok kişi zaman zaman bu konuma girip daha sonra çıkabilir. Ayrıca yeni orta sınıfın diğer sınıflarla arasında net bir ayrım yoktur. Yönetimin üst kademelerinde yer alanlar kapitalist sınıfa daha yakın iken alt kademelerinde yer alanlar işçilere daha yakın durumdadır. Bu nedenle de sınırları muğlaktır.
Joseph Choonara bundan birkaç ay önce Wright’ın 2015’te çıkardığı “Sınıfı Anlamak” kitabını analiz ettiği makalesinde yeni orta sınıf teorisini güncelleştirdi. Choonara, Callinicos’un memnun olmadan kullandığı yeni orta sınıf kavramını bir kenara bırakır. Küçük burjuvazi bile bir sınıf olarak hareket edebilme yeteneğinde değilken, yeni orta sınıf aslında bir sınıf bile değildir. Dolayısıyla bu şekilde kavramsallaştırmak gerekli değildir. Bir tane çelişkili sınıf konumu olduğunu söyler Choonara, onu da “yöneticiler ve idareciler” olarak kullanmak yeterlidir. Wright’ın kontrol ve gözetim üzerinden konumladığı sınıflara Carchedi’nin(65) artı-değer üretimindeki çelişkili konum vurgusunu ekler. Carchedi yöneticilerin hem “kolektif işçinin işlevi”ni hem de “sermayenin küresel işlevi”ni yerine getirebildiğini söyler. Üretim sürecinde kolektif işçinin bir parçası olarak emek sürecinin koordinasyonu ve birliğini sağlayan yöneticiler ve idareciler artı değer üreten bir çalışan grubudur. Bu yönüyle üretkendirler. Ancak aynı zamanda sermayenin küresel işlevini yerine getirmekten ötürü, yani sermaye adına emek sürecini yönetmelerinden dolayı, artı değer üretmedikleri gibi maaşları bu artı değerden düşülerek ödenir. Yönetici ve idarecilerin en üst düzeyi esas olarak sermaye birikimini sağlamaktan sorumlu oldukları için doğrudan kapitalist sınıfa yaklaşır. Daha altta yer alanlar ise daha fazla işçilere yakındır(66).
Bitirirken
Daha önce de belirtildiği üzere sınıflar üzerine yapılan teorik tartışma basitçe akademik bir tartışma olarak görülmemeli. Bu tartışma iki açıdan önemli. Birincisi, marksizm hala dünyayı açıklayabiliyor mu sorusuna yanıt vermek için önemli. Her şey sürekli olarak değiştiğine göre sınıflarda da değişim yaşanıyor. Ancak bu değişim işçi sınıfının artık yok olduğu veya dünyanın büyük çoğunluğunu işçiler mi yoksa orta sınıf mı oluşturuyor gibi sorulara yanıt vermek marksist teoriyi güncelleyerek mümkün olabiliyor. Marksizmin hegemonik gücünü kaybettiği 1990’lardan beri Weberci orta sınıf anlayışının hâkim olması yani orta sınıfın; orta düzey ücrete sahip, eğitimli, nitelikli bir işe sahip olması gibi özellikler üzerinden tanımlanmasını hakim kıldı. Tabi bu kavramsallaştırmada gelişmiş kapitalist ülkelerde “sanayisizleşme” teorilerinin yükselmesinin de payı büyük. Bunun politik sonucu da kapitalizmin tüm dünyada global bir orta sınıf (Türkiye’de Özal döneminde dillere dolanan “orta direk” kavramı gibi) yarattığı durumuydu. Bu durum kapitalizmin mezar kazıcılarından kurtulduğu iddialarını da beraberinde getiriyordu. Sınıfları bu şekilde ücret, statü, meslek üzerinden açıklayanlar 2008 krizi sonrası yaşanan kitlesel işsizlik, ücret düşüşleri ve statü kaybını bu sefer prekarya gibi teorilerde açıklamaya giriştiler. İşçi sınıfının öldüğünü ilan edenler, kapitalizmin nihai zaferini ilan ettiğini ve artık yıkılamayacağını söylüyorlar. Proletaryanın altında yeni bir prekarya olduğunu ilan edenler ise prekaryayı sadece “tehlikeli” buluyor, bu sınıfa başka bir dünyayı yaratabilme potansiyeli değil düzeni yıkma potansiyeli yüklüyor. Bu sınıfa yönelik reformlar yapılarak kapitalizmin yoldan çıkmasının engellenebileceğini iddia ediyor. İşçi sınıfının toplumsal düzeni değiştirme gücü bu analizlerde yok sayılıyor. Dolayısıyla marksistler sınıf teorilerini güncelleyerek, sosyal gerçekliği açıklama kabiliyetinden uzaklaşan ya da onun sadece donuk bir resmini açıklamaktan ibaret olan sınıf teorilerine yanıt üretmek zorundadır.
İkincisi ise, işçi sınıfının değişimini açıklamanın yanı sıra diğer sınıflardaki değişimi de açıklamanın marksistler açısından bir zorunluluk olmasıdır çünkü bu tartışma içerisinde yer alan düşünürlerin sınıf analizleri aynı zamanda politik sonuçlara varmalarına da neden oluyor. Poulantzas’ın yeni küçük burjuvazi teorisi veya Ehrenreich’ların profesyonel ve yönetici sınıf teorileri işçi sınıfı mücadelesinde dikkat edilmesi gereken yeni ve giderek kalabalıklaşan bir sınıfın yükselmekte olduğu uyarısını dile getiriyordu. Mallet’in “yeni işçi sınıfı” teorisi sanayi işçilerinin hizmet sektöründe çalışan beyaz yakalılarla ittifak etmesi gerektiği üzerinde duruyordu ancak onları ayrı bir sınıf olarak görmeye devam ediyordu. Callinicos ve Braverman gibi marksistler ise işçi sınıfının değişimini anlatırken işçi sınıfının büyümeye devam ettiğini, aralarında eğitim, ücret ve nitelik farkları olmasına rağmen kapitalizmi yıkabilecek özgürleştirici mücadelenin hala işçi sınıfı tarafından verilmekte olduğunu anlatıyordu. Diğer yandan çelişkili sınıf konumlarının da ortaya çıktığını kabul ederken, sendikalarda ve sınıf örgütlerinde yönetici ve idarecilere kilit mevkilerin verilmemesi gerektiğini, sendikaların işçilerle birlikte yöneticileri de örgütlememesi gerektiğini anlatıyorlardı.
Bu tartışmanın Türkiyeli sosyalistler açısından önemini iki somut durumla özetlemek mümkün. İlki, Türkiye’de 1980 sonrasında işçi sınıfındaki değişimin orta sınıf veya prekarya teorileri üzerinden açıklanamayacağını gösterebilmek. İkincisi Türkiye sosyalist hareketinde çok sık görülen meslek odaları tabanlı, yani küçük burjuvazinin, kapitalistlerin, işçilerin ve yöneticilerin bir arada örgütlendiği yapılardan kuvvet alan bir mücadele yöntemine son vererek değişen işçi sınıfının sendikalarda örgütlenebilmesini sağlamaya çalışmaktır.
Enternasyonal Sosyalizm Sayı 1, Ekim 2017
Dipnotlar:
- Nicos Poulantzas, Classes in Contemporary Capitalism, Londra: NLB, 1975.
- Arno Mayer, The Lower Middle Class as Historical Problem, The Journal of Modern History, 1975, 47(3), 409-436
- John Ehrenreich & Barbara Ehrenreich, 1979, The Professional-Managerial Radical America, 1979, 11(2), 7-31
- Alwin Gouldner, The Future of Intellectuals and the Rise of the New Class, Londra: Macmillan Press, 1979.
- Serge Mallet, The New Working Class, Nottingham: Spokesman Books,
- John Goldthorpe, On the Service Class, its Formation and Future. A. Giddens, & G. Mackenzie içinde, Social Class and the Division of Labour, Cambridge University Press, 1982.
- Guglielmo Carchedi, On the Economic Identification of Social Londra: Routledge and Kegan Paul, 1977.
- Peter Drucker, Management Challenges of the 21st Century, New York: Harper Business; Manuel Castells, 2005, The Rise of Network Society, UK: Wiley-Blackwell, 1999.
- Robert Earl Kelley, The Gold-Collar Worker: Harnessing the Brainpower of the New Work Force, Massachusetts: Addison-Wesley; Marry Ann Roe, 2001, Cultivating the Gold-Collar Worker, Harvard Business Review, 32-33,
- Richard Hyman, Introduction, sayfa 29, Robert Price & Richard Hyman (Düzenleyen) içinde, The New Working Class? White-collar Workers and Their Organizations (s. 3-45), Londra: The Macmillan Press 1983.
- Harry Braverman, Labor and Monopoly Capital: The Degradation of Work in the Twentieth Century, New York: Monthly Review Press,
- Alex Callinicos & Chris Harman, The Changing Working Class: Essays on Class Structure Today, Londra: Bookmarks,
- Nicos Poulantzas, a.g.e., sayfa 9,
- Şebnem Oğuz, Tekel Direnişinin Işığında Güvencesiz Çalışma/Yaşama: Proletaryadan “Prekarya”ya mı? Mülkiye, 7-24,
- Serkan Öngel, Türkiye›de Taşeronlaşmanın Boyutları. DİSK-AR(2), 38-51, 2014,
- İsmet Akça, “Sol, Gezi ile Güvencesiz Kesimleri Birleştirmelidir”. Mesele,
- Guy Standing, The Precariat: The New Dangerous Londra: Bloomsbury Academic, sayfa 7, 2011.
- İngilizcede salariat diye geçen bu kavram salary yani ücret kelimesi ile proletarya kelimesinin birleştirilmesinden türetiliyor.
- Guy Standing, a.g.e., sayfa 8,
- Şebnem Oğuz, a.g.e,2011
- Guy Standing, A Precariat Charter: From denizens to citi Londra: Bloomsbury Publishing, 2014. s. 16-28.
- Guy Standing, “Who will be a voice for the emerging precariat?”, The Guardian, 1 Haziran 2011, https://www.theguardian.com/commentisfree/2011/jun/01/voice-for-emerging-precariat
- Erik Olin Wright, Understanding Class, Londra: Verso, 2015, s.
- Şebnem Oğuz, a.g.e,2011
- Guy Standing, a.g.e.,2014
- Erik Olin Wright, a.g.e., 2015, s.171
- Harry Braverman, Labor and Monopoly Capital: The Degradation of Work in the Twentieth Century (25. Yıl Basımı), New York: Monthly Review Press, 1998, 18.
- Harry Braverman, a.g.e., 1998, 18.
- Chris Harman, The Working Class after recessi Alex Callinicos & Chris Harman içinde, The Changing Working Class: Essays on class structure today, Londra: Bookmarks, 1989.
- Chris Harman, a.g.e., 1989, s.
- George Arnett, “UK became more middle class than working class in 2000, data shows”, The Guardian, 26 Şubat 2016, https://www.theguardian.com/news/datablog/2016/feb/26/uk-more-middle-class-than-working-class-2000-data
- Alex Callinicos, The ‘New Middle Class’ and Socialist Politics, 1989, 16, Alex Callinicos & Chris Harman içinde, The Changing Working Class: Essays on Class Structure Today. Londra: Bookmarks.
- A.g.e., s. 21.
- Richard Hyman, g.e., 1983, s. 4.
- Alex Callinicos, g.e., 1989, s. 21.
- Alex Callinicos, g.e., 1989, s. 36.
- John Ehrenreich & Barbara Ehrenreich, Death of a Yuppie Dream: The Rise and Fall of the Professional-Managerial Class, New York: Rosa Luxemburg Stiftung, 2013, s.
- Alex Callinicos, a.g.e., 1989, s.
- John Ehrenreich & Barbara Ehrenreich, a.g.e., 2013, s. 5-7.
- a.g.e., s. 11.
- Harry Braverman, a.g.e., 1998, s.
- John Ehrenreich & Barbara Ehrenreich, a.g.e., 2013, s.
- Gamze Yücesan Özdemir, İnatçı Köstebek: Çağrı Merkezlerinde Gençlik, Sınıf ve Direniş, İstanbul: Yordam, 2014, s.117.
- Robert Castel, Les Métamorphoses de la question sociale, une chronique du salariat, Paris: Fayard; Guy Standing, 2011, The Precariat: The New Dangerous Class, Londra: Bloomsbury Academic,
- Barbara Garson, The Electronic Sweatshop: How Computers are Transforming the Office of the Future, Penguin Books,
- Harry Braverman, g.e., 1998, s. 70
- a.g.e. s. 119.
- Ida Russakoff Hoos, Automation in the Office, Washington: Public Affairs Press, 1961, s.53.
- Seçil Bahçe & Serdal Bahçe, Türkiye’de Eğitim ve Sınıf Üzerine Gözlemler, Mülkiye, 36(274), 2012, 159-182.
- Erik Olin Wright, Classes, Londra: Verso, 1985, s.154
- Bahadır Nurol, Beyaz Yakalı Emeğin Dönüşümü: Finans Sektöründe Emek Süreçleri, Ankara: Hacettepe Üniversitesi, 2014, yayınlanmamış doktora tezi.
- a. g. e. s.165.
- Küçük burjuvazi ile küçük kapitalist arasındaki sınırı çizmek bugün dahi marksistler arasında tartışılan bir Küçük burjuvazi geleneksel olarak kendi emeği ile üretim veya ticaret yapan küçük tüccar, esnaf, zanaatkar olarak kullanılır. Ancak günümüzde küçük burjuvazide de önemli değişimler yaşanmış durumda. Örneğin bir berberde veya Cafede sıklıkla kendisi veya aile üyeleri dışında işçi çalıştıran işletme sahipleri bulunuyor. Bu işletmecinin küçük burjuva mı yoksa küçük kapitalist mi olduğu artı değer üretimine ne kadar dayandığı üzerinden belirleniyor ancak bunun sınırını çizmek oldukça güç. Kendisi emek sürecinde yer almıyor ve sadece denetim ve gözetim işini yapıyorsa onu küçük kapitalistler içerisine koymak kolay. Fakat kendisi de emek sürecinde yer alıyor ise yani artı değer üretiyor ise durum karmaşıklaşıyor. Kaç işçiden itibaren kendi ürettiğinden daha çok artı değere el koyduğunu hesaplamanın zorluğunu düşünecek olursak bu sorunu aşmak için başka bir yöntem olduğunu düşünüyorum. Bir küçük burjuva emek sürecinde yer aldığı için yanında çalışanların çıkarılması veya greve gitmesi durumunda o işyerini tek başına bir şekilde kendisi çalışarak ayakta tutabilir olmalıdır. Yani yanındaki çıraklar çıktığında bir berber kendisi çalışarak dükkânı daha az karla da olsa işletmeye devam edebilir. Ancak kendi emeğinden çok yanında çalıştırdığı berberlerin emeğine dayanıyorsa, berberler iş bıraktığında dükkanı işlemeyecektir. Dolayısıyla onu küçük kapitalist olarak sınıflandırmak gerekir.
- 1920’lere kadar hakim olan liberal kapitalizmde henüz devletler çok sınırlı bir kayıt ve bürokrasi işleri yapan kurumlar durumundalardı. Sosyal devlet anlayışı henüz gelişmemişti. Dolayısıyla devletlerin sosyal hizmet birimleri (hastaneler, okullar, sosyal yardım kuruluşları ) yoktu. Lenin de 1916’da yazdığı “Devlet ve Devrim” kitabında memurları orta sınıf kategorisine koyuyordu. Devletler daha önce piyasaya terk edilmiş alanlarda yatırım yapıp yasal olarak memur statüsüne alsa bile aslında kalabalık işçi orduları istihdam etmeye başladıktan sonra memurların büyük çoğunluğunun işçi sınıfına dahil edilir oldu.
- ILO, Key Indicators of the Labour Market (eight edition), Cenova: International Labour Organization,
- Daniel Guerin, Faşizm ve Büyük Sermaye, İstanbul: Habitus Yayıncılık, 2014, s.
- Harry Braverman, a.g.e., 1998, s.
- Erik Olin Wright, Class, Crisis and the State, Londra: Verso, 1978, s.73
- Erik Olin Wright, a.g.e., 1985, s. 45.
- Erik Olin Wright, a.g.e., 1978, s. 80.
- a.g.e., s. 81.
- Erik Olin Wright, Debate on Classes, Londra: Verso,
- Alex Callinicos, g.e., 1989, s. 29.
- a.g.e., s. 32.
- Guglieolmo Carchedi, On the Economic Identification of Social Classes, London: Routledge and Kegan Paul,
- Joseph Choonara, A class act: Erik Olin Wright in perspective, International Socialism,
Bu yazı https://www.dsip.org.tr/index.php/yayinlar/109-enternasyonal-sosyalizm/1138-prekarya-mi-degisen-isci-sinifi-mi adresinden alıntıdır.